Gündüz çekilen acıları ertelemek kolay gibidir. Akıp giden hayata ve insanlara sadece bakarak bile biraz olsun oyalanmak mümkündür. Akşam kendi telaşıyla geldiği için başka şeylerle uğraşmaktan kendine pek zaman bulamayabilirsin. Gecenin hüznü de kendisiyle müsemma, biraz romantik ve hafif buruk bir hüzündür. Peki ya sabaha karşı pazar günleri... Beş gibi...
Köpeklerin bile çoktan uyuduğu bir parkta, sabaha karşı beş gibi, iki gündür açsan ve yedinci birayı da bitirmişsen temel bir aydınlanma anı yaşıyorsun. Öyle ışıklı, uhrevi, rahatlatan bir aydınlanma değil ama; gerçeği tokat gibi suratına çarpan, içinde bolca acı ve nefret olan lanet bir aydınlanma. Dünyanızdan ve çoğunuzdan bu kadar tiksiniyorken neden ısrarla aranıza karışmak için çabalıyorum dedirten türden bir aydınlanma...
O sıra imam yetişiyor imdada. Tanrı affetsin ama en çok uykusuz ve yarı sarhoşken yakın olduğunu hissediyorsun ona. Sonra açık seçik serserilik düşünürken, sonra aptal bir gülümseme yerleşiyor dudaklarına. Olsun diyorsun biliyorum beni seviyor. Ailem dışında belki de dünyada bir tek kişi beni seviyor. O an, onun nerede ne yaptığını bilmiyor da olsan, sana kırgın olduğunu da bilsen bu his seni biraz olsun rahatlatıyor. O da beni seviyor... Sadece bu bile bu rezil hayata katlanmaya değer... Tanrım beni seviyormusun? Saat 4:30, hava aydınlandı, 4:30 pazar.